sağ baştan

Perşembe, Aralık 29, 2011

bazen...



en çok seninle konuşamamaktan sanırım bu sevgi. yani içimde kalmasından mıdır nedir ki hiç sevmem ben içime atmayı. ama bu kez öyle değil sanki. içime ata ata öyle biriktirmişimki. koca bir sen olmuş da kimsenin haberi olmamış bu durumdan gibi.


peki ya sonrası? işte bu soru en çok beni endişelendiren. hep bir yerlerde kendine önemli yer edinen. yani ya sonrası ne olacak bu işin. ben seni içimde böyle biriktirerek sonra şişirip patlatacak mıyım yoksa kendim de şişip daha da kocamanlaştıracak mıyım? anlarsan haber ver hem sesini duyayım...

Çarşamba, Aralık 28, 2011

Ağır Aksak

bazen zaman kayar içimden, öylece, aniden...
kim desem bulamam, ne desem çözemem özlediğim.
bazen bir an, bazen biri, bazen bir yer. kayar içimden çabucak.
kader denilen 'an'ı yaşarım. kader işte olmuyor bazen, olmuyor çoğu zaman.
yani senin elmayı sevmen, onunsa senin varlığından haberdar olmaması gibi pek çok meselede.
sen bir yeri seversin de o nicelerini barındırır üzerinde sana mı kalacak?
bi ana gitmek istersin de yalnız değilsinki diğerleri de var, hem bakalım o zaman sana hemen kucak mı açacak?

bir hafta sonuydu yeni bir arkadaş edinmiştim kendime adını hatırlamıyorum kızın ama sıcak bir kimlikti.
akşamüstü kahve dünyasında yağmur sesleri eşliğinde tente altında birşeyler içmiştik. kızın adını, günü hatta yılı hatırlamışlığım bile yok ama nasıl bir huzurmuşki unutamamışım.

bir de şey var. Armada'da gittiğim bir film. yine ne filmin adı ne de zamanı aklımda değil ama arkada James Blunt çalıyordu. 'You're beautiful, you're beautiful it's true?'... güzel bir gündü.

işte bu ve türevlerini hatırlarım bazen içim kayar, gözlerim uçar. aniden, giderim bir 'Merhaba' der, gelirim...

Merhaba sana bu şarkıyla ;

Çağın&Okan - Ağır Aksak

Cumartesi, Aralık 24, 2011

ama




Olmayınca olmuyor mu gerçekten? yani nedir olmazı olmaz yapan biz mi, bizim dışımızdakileri mi?
peki ya bizim dışımızdakiler de aslında bizden değil mi?
Pişmanlıklar, yanlışlar, yalnızlıklar ve ardından ama'lar... o ama'lar ki bizi bir adım öteye götüremeyen, o ama'lar ki bizden uzaktakilerin doğrularına göre şekillenen, ama'larki canımızı acıtan, dipsiz kör kuyulara atıp kaybolup giden.
yaz akşamların birinde, Harbiye'de Candan Erçetin konserinde bir minik çocuk çıktı sahneye bir şarkı yapmıştı aldı götürdü bizi başka yerlere sonra radyoda duydum, internette gördüm, Taksim sokaklarında dinledim.
Şimdi size dinleyin isterim.

Çarşamba, Aralık 21, 2011

kızıyorum bazen kendime, bazen benim dışımdaki herkese. üzülüyorum yine aynı niyetten hareketle. kafamı duvarlara vuracağım pek çok anlar oluyor evet,büyük oranda anlaşılamamak sebebiyle. bunca empatinin gerekliliği çok yük bindiriyor sanki üzerime. uğraşlar bulmalı, kendimi yormalı, uzaklara kaçmalı diyorum ama eskisi kadar cesur da olamıyorum. bu tutsaklığı kabul edemem diye haykırışlarım çok da uzaklarda kalmadı oysaki! ama zamanın neye göre uzak, neye göre yakın olduğunu kestirebilmek de çok mümkün olmuyor yine.haliyle insan duruyor, aynaya bakıyor, kimim, neredeyim, nereye gidiyorum diyor. diyor mu?
demeli! bunu görebilmeki kendini tartabilsin, neler hissettiğini anlayabilsin, kendini anlamlandırabilsin. ötesi parmaklarını açtığında arasından kayıp giden kum tanesi gibi. ötesi öyle geçiciki! onun için ben dalgalara da, sakinliklere de, iyilere de kötülere de kocaman buketler sunmak istiyorumki parmaklarını birbirinden ayırdıklarında kayıp gidenlere inat içen içen gözlerimi görebilsin. güzel bakmayı öğrenebilsin. herşey güzel gördükçe güzel, herşey umut ettikçe güzel.

Salı, Aralık 20, 2011

tell me that you love me?


gece yarısını geçti yine vakit. uykum var evet ama uyuyasım yok pek. sabaha uyanasım da yok elbet.
uzun zaman oldu boşluklarda dinlenmeyeli. kafamda bin soru, sayısız yanıtları düşünmeyeli. oysa şu çarşafların altına saklanarak tüm kötülüklerden kurtulmayı hedeflediğim yılların çok da uzağında değilim.
bir sonraki 26 yıl da böyle mi geçecek? insan yaşlı iken en çok hangi yaşını özler acaba? ben şimdiden tüm yıllarımı özledim. bu korku niye yine peki?

Pazartesi, Aralık 19, 2011

beni benden alan

Lise yıllarımdı. Sınavlara hazırlandığım dönemde televizyonu yasaklamıştım kendime.
Varsa yoksa bir radyo kanalı tutturmuş gidiyordum. En çok Ankara merkezli olanları seviyordum.
Şimdi bana neden deseniz bir sebep bulamıyorum. İşte yine aynı zamanlarda sevdiğim o Ankara radyolarından birinde bu türküyü dinlemiştim. Türkü dinlemem ben pek, yani duyunca kulaklarımı tıkayacak değilim elbet ama durup dururken hadi bir türkü açayım da demem.

Bugün kurs çıkışı Sezen 'Zara'yı sever misiniz' dedi arabada. Sevmem demedim ama bilme olasılığım olan herhangi bir türküsü var mı acaba diye de düşünmeden edemedim. Aklıma tek gelen ve yine  baştan sona bildiğim tek türkü bu olduğunu düşündüm.

Bunca zamandır aklıma kazınan en güzel türkü bu muydu, o zamanki ruh halim neydi, ne isterdi bilmiyorum. Ama neredeyse 10 yıl sonrasında dinlediğimde de yine aynı tadı alabiliyorum işte buna eminim. Gülay kim  bilmiyorum, bu türküyü neden sevdim o küçük yaşımda bilmiyorum. Aklıma geldiğinde ise hep aynı nakaratı düşünüyorum.
'Gördüm iki kişi kişi mezar eşiyor Gam gasavet gelmiş boydan aşıyor '
Anneannemin toprak olmaktan ne kadar korktuğunu hatırlıyorum, babaannemin ben daha küçükken hasta yatağında ışıkları söndürmeyin çünkü siz gidince onlar geliyorlar beni yakında götürecekler dediğini de.
Mezarlar kazılırken duyulan pişmanlıkları hiç yaşamadan sadece 'fani' olduğumuzun bilince olarak yaşayabilsek ya keşke. Kimseyi kırmadan, üzmeden, paylaşarak, severek sadece.
Eskiden hayallerim kendim içindi, oysa artık büyüyorum. Annem benim yaşımdayken ilkokula gitme hazırlığındaydım ben. Şimdi benim de bir miniğim olsun, onun hayalleriyle yeniden can bulayım istiyorum. Ben karıştığımda toprağa ardımdan ne pişmanlık dolu sözler söylesin ne de ben korkayım gitmekten. Tek isteğim hep 'iyiki' diyebilmek.



Pazartesi, Aralık 05, 2011

hemen gelsin bu yaz

yazı özledim. aklımın bir köşesinde bir türlü unutamadığım sorumluluklarım olsa da günün genelinde rahatlıkla sadece ve sadece kendim olabildiğim o boşluk zamanları. biz denizdeyken doların şezlong altında beklemesini, beklerken tedirgin olup arada bir ayağa kalkmasını, kıyı kıyı boşluklarda arada bir serinlemesini, saatlerce süren kahvaltılarımızı, her gün başka bir yerde uyanmalarımızı, hamaklarımızı, denizi, denizin tuzunu, gökyüzünün yer yüzüyle aynı renk olduğu o düşü. sıcağın altında inadına uzanmamızı, tekne gezilerimizi, su savaşlarımızı, alıp başımızı gitmelerimizi özledim. az mı kaldı dersin, ne geçmediki bu kış ta geçmesin?




Cumartesi, Aralık 03, 2011

bir soğuk kış günü


Soğuk bir Aralık, sorumluluk dolu bir hafta sonu, yorgun ve yataktan kalkamayan bir beden. Kursa gidemedim, gerçekten istemediğim için değil ama kımıldamaya dahi dermanım olmadığı için. Vicdan yapıyorum şuan tıpkı elimde olmadığı halde maruz kaldığım tüm eksikliklerde yaptığım gibi. Gereksiz bir vicdan yapıyorum her zaman, bir şeylerin hatta hiçbir şeyin değişmeyeceğini bildiğim halde ; kendimi sömürmeyi sever gibi. Aklımdan gitsin istiyorum tüm olumsuzluklar , anı yaşamak vakti gelince kafa yormak o benim, senin, onun eksikliklerine ama olmuyor işte.
İstemediğimden mi olmuyor yoksa beceremediğimden mi bilmiyorum. Bir dönem makul insan rolünde iyi ilerledim ama artık kafam çok karışık. Bir bedene bunca kimlik zor geliyor. Birinden alsam azıcık herkesin ihtiyacı karşılanmıyor. Herkesten sana ne diyorum kimi zaten yine vicdan duvarım karşıma çıkıyor.
Ne zaman akıllanırım bilinmez ama yine söylüyorum çok yaşamam ben. Bunca takıntı iyi bir şey değil çünkü.
Oysa kafamı kaldırıp baktığımda herkesin bir rolü var sadece, iyi, kötü, bencil, cömert, rahat, sakin, olumlu, olumsuz... Böyle bir sıfat bazen, bazen aynı kategori de iki sıfat derken hayat ilerliyor. Ben öyle buhranlara sokuyorum ki kendimi bazen 3 ileri giden zaman çoğu zaman 5 geri gidiyor. Neredeyim, ne haldeyim kestiremiyorum bile. Hayatımın ‘temel’ sorunlarını gidermeli bir an evvel ‘iş’ ismi altında günümün yüzde seksenini işgal eden olguya artık bir defol diyebilmeliyim. Ama onsuz olamayacak kadar şanslı da değilim henüz. O zaman hepsine boyun mu eğmeliyim? Mesela ‘kurumsal’ bir kimlikte ilerlerken her ‘kağıt bitti alabilir miyim’ diye kapısına dayandığım tedarikçi yanında yer alan ‘Müdür’ün ‘istediğin kadar al ama boşa harcama’ demesini sineye mi çekmeliyim. Ya da canı sıkıldığı için kavga etmek niyetiyle yola çıkmış bir adamı daha ne kadar alttan alabilirim. Her yanlışın farkında olup da elden bir şey gelmez diyenlere sonuna kadar haksız olduklarını bile bile ‘HAKLISINIZ’ mı demeliyim!
Bilmiyorum ne olacak bu derbeder hallerim?
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...