sağ baştan

Perşembe, Aralık 29, 2011

bazen...



en çok seninle konuşamamaktan sanırım bu sevgi. yani içimde kalmasından mıdır nedir ki hiç sevmem ben içime atmayı. ama bu kez öyle değil sanki. içime ata ata öyle biriktirmişimki. koca bir sen olmuş da kimsenin haberi olmamış bu durumdan gibi.


peki ya sonrası? işte bu soru en çok beni endişelendiren. hep bir yerlerde kendine önemli yer edinen. yani ya sonrası ne olacak bu işin. ben seni içimde böyle biriktirerek sonra şişirip patlatacak mıyım yoksa kendim de şişip daha da kocamanlaştıracak mıyım? anlarsan haber ver hem sesini duyayım...

Çarşamba, Aralık 28, 2011

Ağır Aksak

bazen zaman kayar içimden, öylece, aniden...
kim desem bulamam, ne desem çözemem özlediğim.
bazen bir an, bazen biri, bazen bir yer. kayar içimden çabucak.
kader denilen 'an'ı yaşarım. kader işte olmuyor bazen, olmuyor çoğu zaman.
yani senin elmayı sevmen, onunsa senin varlığından haberdar olmaması gibi pek çok meselede.
sen bir yeri seversin de o nicelerini barındırır üzerinde sana mı kalacak?
bi ana gitmek istersin de yalnız değilsinki diğerleri de var, hem bakalım o zaman sana hemen kucak mı açacak?

bir hafta sonuydu yeni bir arkadaş edinmiştim kendime adını hatırlamıyorum kızın ama sıcak bir kimlikti.
akşamüstü kahve dünyasında yağmur sesleri eşliğinde tente altında birşeyler içmiştik. kızın adını, günü hatta yılı hatırlamışlığım bile yok ama nasıl bir huzurmuşki unutamamışım.

bir de şey var. Armada'da gittiğim bir film. yine ne filmin adı ne de zamanı aklımda değil ama arkada James Blunt çalıyordu. 'You're beautiful, you're beautiful it's true?'... güzel bir gündü.

işte bu ve türevlerini hatırlarım bazen içim kayar, gözlerim uçar. aniden, giderim bir 'Merhaba' der, gelirim...

Merhaba sana bu şarkıyla ;

Çağın&Okan - Ağır Aksak

Cumartesi, Aralık 24, 2011

ama




Olmayınca olmuyor mu gerçekten? yani nedir olmazı olmaz yapan biz mi, bizim dışımızdakileri mi?
peki ya bizim dışımızdakiler de aslında bizden değil mi?
Pişmanlıklar, yanlışlar, yalnızlıklar ve ardından ama'lar... o ama'lar ki bizi bir adım öteye götüremeyen, o ama'lar ki bizden uzaktakilerin doğrularına göre şekillenen, ama'larki canımızı acıtan, dipsiz kör kuyulara atıp kaybolup giden.
yaz akşamların birinde, Harbiye'de Candan Erçetin konserinde bir minik çocuk çıktı sahneye bir şarkı yapmıştı aldı götürdü bizi başka yerlere sonra radyoda duydum, internette gördüm, Taksim sokaklarında dinledim.
Şimdi size dinleyin isterim.

Çarşamba, Aralık 21, 2011

kızıyorum bazen kendime, bazen benim dışımdaki herkese. üzülüyorum yine aynı niyetten hareketle. kafamı duvarlara vuracağım pek çok anlar oluyor evet,büyük oranda anlaşılamamak sebebiyle. bunca empatinin gerekliliği çok yük bindiriyor sanki üzerime. uğraşlar bulmalı, kendimi yormalı, uzaklara kaçmalı diyorum ama eskisi kadar cesur da olamıyorum. bu tutsaklığı kabul edemem diye haykırışlarım çok da uzaklarda kalmadı oysaki! ama zamanın neye göre uzak, neye göre yakın olduğunu kestirebilmek de çok mümkün olmuyor yine.haliyle insan duruyor, aynaya bakıyor, kimim, neredeyim, nereye gidiyorum diyor. diyor mu?
demeli! bunu görebilmeki kendini tartabilsin, neler hissettiğini anlayabilsin, kendini anlamlandırabilsin. ötesi parmaklarını açtığında arasından kayıp giden kum tanesi gibi. ötesi öyle geçiciki! onun için ben dalgalara da, sakinliklere de, iyilere de kötülere de kocaman buketler sunmak istiyorumki parmaklarını birbirinden ayırdıklarında kayıp gidenlere inat içen içen gözlerimi görebilsin. güzel bakmayı öğrenebilsin. herşey güzel gördükçe güzel, herşey umut ettikçe güzel.

Salı, Aralık 20, 2011

tell me that you love me?


gece yarısını geçti yine vakit. uykum var evet ama uyuyasım yok pek. sabaha uyanasım da yok elbet.
uzun zaman oldu boşluklarda dinlenmeyeli. kafamda bin soru, sayısız yanıtları düşünmeyeli. oysa şu çarşafların altına saklanarak tüm kötülüklerden kurtulmayı hedeflediğim yılların çok da uzağında değilim.
bir sonraki 26 yıl da böyle mi geçecek? insan yaşlı iken en çok hangi yaşını özler acaba? ben şimdiden tüm yıllarımı özledim. bu korku niye yine peki?

Pazartesi, Aralık 19, 2011

beni benden alan

Lise yıllarımdı. Sınavlara hazırlandığım dönemde televizyonu yasaklamıştım kendime.
Varsa yoksa bir radyo kanalı tutturmuş gidiyordum. En çok Ankara merkezli olanları seviyordum.
Şimdi bana neden deseniz bir sebep bulamıyorum. İşte yine aynı zamanlarda sevdiğim o Ankara radyolarından birinde bu türküyü dinlemiştim. Türkü dinlemem ben pek, yani duyunca kulaklarımı tıkayacak değilim elbet ama durup dururken hadi bir türkü açayım da demem.

Bugün kurs çıkışı Sezen 'Zara'yı sever misiniz' dedi arabada. Sevmem demedim ama bilme olasılığım olan herhangi bir türküsü var mı acaba diye de düşünmeden edemedim. Aklıma tek gelen ve yine  baştan sona bildiğim tek türkü bu olduğunu düşündüm.

Bunca zamandır aklıma kazınan en güzel türkü bu muydu, o zamanki ruh halim neydi, ne isterdi bilmiyorum. Ama neredeyse 10 yıl sonrasında dinlediğimde de yine aynı tadı alabiliyorum işte buna eminim. Gülay kim  bilmiyorum, bu türküyü neden sevdim o küçük yaşımda bilmiyorum. Aklıma geldiğinde ise hep aynı nakaratı düşünüyorum.
'Gördüm iki kişi kişi mezar eşiyor Gam gasavet gelmiş boydan aşıyor '
Anneannemin toprak olmaktan ne kadar korktuğunu hatırlıyorum, babaannemin ben daha küçükken hasta yatağında ışıkları söndürmeyin çünkü siz gidince onlar geliyorlar beni yakında götürecekler dediğini de.
Mezarlar kazılırken duyulan pişmanlıkları hiç yaşamadan sadece 'fani' olduğumuzun bilince olarak yaşayabilsek ya keşke. Kimseyi kırmadan, üzmeden, paylaşarak, severek sadece.
Eskiden hayallerim kendim içindi, oysa artık büyüyorum. Annem benim yaşımdayken ilkokula gitme hazırlığındaydım ben. Şimdi benim de bir miniğim olsun, onun hayalleriyle yeniden can bulayım istiyorum. Ben karıştığımda toprağa ardımdan ne pişmanlık dolu sözler söylesin ne de ben korkayım gitmekten. Tek isteğim hep 'iyiki' diyebilmek.



Pazartesi, Aralık 05, 2011

hemen gelsin bu yaz

yazı özledim. aklımın bir köşesinde bir türlü unutamadığım sorumluluklarım olsa da günün genelinde rahatlıkla sadece ve sadece kendim olabildiğim o boşluk zamanları. biz denizdeyken doların şezlong altında beklemesini, beklerken tedirgin olup arada bir ayağa kalkmasını, kıyı kıyı boşluklarda arada bir serinlemesini, saatlerce süren kahvaltılarımızı, her gün başka bir yerde uyanmalarımızı, hamaklarımızı, denizi, denizin tuzunu, gökyüzünün yer yüzüyle aynı renk olduğu o düşü. sıcağın altında inadına uzanmamızı, tekne gezilerimizi, su savaşlarımızı, alıp başımızı gitmelerimizi özledim. az mı kaldı dersin, ne geçmediki bu kış ta geçmesin?




Cumartesi, Aralık 03, 2011

bir soğuk kış günü


Soğuk bir Aralık, sorumluluk dolu bir hafta sonu, yorgun ve yataktan kalkamayan bir beden. Kursa gidemedim, gerçekten istemediğim için değil ama kımıldamaya dahi dermanım olmadığı için. Vicdan yapıyorum şuan tıpkı elimde olmadığı halde maruz kaldığım tüm eksikliklerde yaptığım gibi. Gereksiz bir vicdan yapıyorum her zaman, bir şeylerin hatta hiçbir şeyin değişmeyeceğini bildiğim halde ; kendimi sömürmeyi sever gibi. Aklımdan gitsin istiyorum tüm olumsuzluklar , anı yaşamak vakti gelince kafa yormak o benim, senin, onun eksikliklerine ama olmuyor işte.
İstemediğimden mi olmuyor yoksa beceremediğimden mi bilmiyorum. Bir dönem makul insan rolünde iyi ilerledim ama artık kafam çok karışık. Bir bedene bunca kimlik zor geliyor. Birinden alsam azıcık herkesin ihtiyacı karşılanmıyor. Herkesten sana ne diyorum kimi zaten yine vicdan duvarım karşıma çıkıyor.
Ne zaman akıllanırım bilinmez ama yine söylüyorum çok yaşamam ben. Bunca takıntı iyi bir şey değil çünkü.
Oysa kafamı kaldırıp baktığımda herkesin bir rolü var sadece, iyi, kötü, bencil, cömert, rahat, sakin, olumlu, olumsuz... Böyle bir sıfat bazen, bazen aynı kategori de iki sıfat derken hayat ilerliyor. Ben öyle buhranlara sokuyorum ki kendimi bazen 3 ileri giden zaman çoğu zaman 5 geri gidiyor. Neredeyim, ne haldeyim kestiremiyorum bile. Hayatımın ‘temel’ sorunlarını gidermeli bir an evvel ‘iş’ ismi altında günümün yüzde seksenini işgal eden olguya artık bir defol diyebilmeliyim. Ama onsuz olamayacak kadar şanslı da değilim henüz. O zaman hepsine boyun mu eğmeliyim? Mesela ‘kurumsal’ bir kimlikte ilerlerken her ‘kağıt bitti alabilir miyim’ diye kapısına dayandığım tedarikçi yanında yer alan ‘Müdür’ün ‘istediğin kadar al ama boşa harcama’ demesini sineye mi çekmeliyim. Ya da canı sıkıldığı için kavga etmek niyetiyle yola çıkmış bir adamı daha ne kadar alttan alabilirim. Her yanlışın farkında olup da elden bir şey gelmez diyenlere sonuna kadar haksız olduklarını bile bile ‘HAKLISINIZ’ mı demeliyim!
Bilmiyorum ne olacak bu derbeder hallerim?

Cumartesi, Kasım 26, 2011

karanlık

ergen sevdalar biriktirip içimde dünyanın geri kalanının hiç mi hiç ilgilenmediği bir sorunun benim için yüklediği anlamı yine dünyanın geri kalanının anlamlandıramamasını deneyimlediğim zamanlarda dahi çok daha umutluydum.
oysa bugün kurum kültürsüzlüğünün hat safhada yer aldığı bir tuhaf ortamda her gün 10 saat aynı havayı soluduğum onlarca insan , içimde haklarında hiçbirşey biriktirmediğim halde ve yine hiçbir ortak paylaşımımız olmadığı halde beni zerre kadar anlamlandıramıyor. ben ise aynı dili bile konuştuğumuza emin olamıyorum.
sorun büyümek değil elbette, ergen olduğumda daha da büyüktüm. zira özgürlük büyüklük, büyüklük özgürlüktür bende. gitgide bileğimi sıkan bu kelepçe ise beni ufaltmakta, canımı acıtmakta gün be gün.

yaşamak bu kadar zor değildi eskiden, ben en fazla o 'çok' büyüttüğüm sevgimden çekerdim acılarımı. o acı  çekildikçe yakar yüreğimi beni ben yapardı. şimdi attığım hiçbir adım benim değil sanki.

yukarıdan iplerimi ileri geri çekiştiren ey sahip bana biraz şans ver. şans verki neleri değiştirebileceğimi gösterebileyim. 'ben' olabileyim.

Cuma, Kasım 25, 2011

deneme

az önce buzdolabını açtığımda geçen gün acaba nereye koydum diye 20 dakika boyunca düşündüğüm kırmızı biberi gördüm. böyle resmedilebilecek şekilde karmaşık son günlerde ruh halim. son derece duygusal olup koyverip ağladığımda oluyor, lanet edip gaddarca hislere kapıldığımda, sonra rüyalarıma giriyor bir bir bunlar. kah çıkıyorum gökyüzüne kah derin kuyuların en derinine saklanıyorum.Gereksiz bir telaş var yine de bünyemde, bir o kadar amaçsız, kendine güvensiz.
sorgulama faslını geçiyordum nice zamandır ama şu koşturmaca zaman diliminde yine geldi çattı aynı demler. ne, kim, niye , ne zaman, neyim, nerelerdeyim? tam da toplumun kendi yaratttığı bir kimliğe bürünmek üzereydim oysaki yakın zamanda. içimde bir yere yerleşmiş olan o anarşist duygular yine baş gösterdi ama onlar bile 'olgun' artık. bu arada olgunluk kaşarlanmak kelimesiyle aynı anlama geliyor bunu da yakın zamanda öğrendim. oldum mu artık bilemiyorum da biliyorumki kaşarlanmak da yüzüne höyküren adamlara gık demeyip alttan almaya yatkınlığa adım atmakla başlıyor.
öyle zamanlardayımki bir dişçi ziyareti sonrası metrobüsde yer alan üniversite gençliğine 'ne güzel lan istedikleri ayakkabıyı giyebiliyorlar' düşüncesinden hareketle yaklaşıyorum. ee hani mezuniyet sonrası özgürlük, kendini bulma laga lugaları. insan sadece isim etiketinden ayrılabildiği diğerleriyle aynı gömleği, kazağı, pantolonu giymek durumunda olduğu bir yerde ya da zamanda nasıl özgür olabilirki!
çok 'iş' odaklı olmuşum kanımca. oysaki kendime verdiğim nice sözlerden biri değil miydi s.ktir etmek mesai sonrası tüm herşeyi?
kendisine çay uzatıldı diye önce şaşkınlıkla bakan sonra tüm iyi niyetiyle yanlışlık olduysa geri alabilirsin diye açık kapı bırakan o amcanın oğluydu tüm bunlara sebep. önce evlenmiş sonra boşanmış sonra amcaya sadece torununu emanet etmiş, kendileri ise nerede belli değil. yengem üzüntüden kanser ama hala kocasından çekinen edalarla alttan alıyordu tüm herşeyi.
başını okşamak için yanına yaklaştığım kedi ise en son araba üzerinde uyurken sessiz sedasız ,bir gencin saldırısına uğradığından mıdır nedir kaçtı.
bir çocuğa şeker uzattım annesinin öğütlerinden yola çıkarak almadı.

bana gelince artık 50 yaşındaki iki çocuk annesi bir kadının arkamdan konuşarak kuyumu kazmaya çalışmasına bunu da sırf egoları için yapıyor olmasına şaşırmıyorum. dedim ya 'olgunlaştım'. biliyorum 'olmak' zorundaydım. hatta bir kızın yine hırsları uğruna bel altı çalışarak kendine 'statü' belirlemeye çabalarını bile anlayabiliyorum. çünkü sabah erken saatlerde merdivenleri çıkarken beremi kafama geçirerek önümü kapattığında arkadaşım bir idam mahkumunun idam sehpasına kafası poşetli olarak yürüdüğü anı hissetmeye çalışabiliyorum. çünkü ben hala o amca, o kedi, o çocuk, o kadın, o anne olabiliyorum. 'kaşarlanmak' insanlığımı kaybetmemi gerektirmiyor. hala hayaller kurabiliyorum. hala 'ya onun yerinde olsaydım' diyerek atıyorum adımlarımı. kimse benim yerimde olmak istemiyor mu yoksa? buna da pekala.

Cuma, Kasım 11, 2011

bir bayrama daha veda ederken

çok şey var yazmam lazım gelen. yani sanki yazmazsam içimde patlayacak olması kendilerini lazım getiren. ama hem vakit darlığı hem kategorinin geniş yelpazesi sebebiyle kısa tutmak gerekecek bu paylaşımı da sanırım. neyse biz bir yola çıkalım bakalım.
nicedir yaşamadığım huzur dolu bir bayramı ardımda bıraktığımı bildirmek isterim öncelikle. katkılarından dolayı üst nesil Yılmazlara da teşekkürü bir borç bilirim. En son Haziran da yiyebildiğim enginarımı emin ellerden yapılmış olaraktan yediim, Kordon'da kahvemi içtiimm, film tercihi iyi olmasa da uzun zaman sonra Cinebonus'ta filmimi izlediimm,Alsancak sokaklarını arşınladııımm ve sonunda Foça'yı da ziyaret ettiimm. Tüm bunlar sosyalleşme eylemleri idi ama bir de içerde yaşanan tatlı telaşeler vardı. Meraklı misafirler, özlemler, sitemler, peşin sıra demlenen çaylar derken bu bayramın tadı damağımda kalmadı desem yalan olur.
İzmir'e bu kez 'acaba burda yaşasaydım' gözüyle baktım. artılar da vardı eksiler de ama bir müddet daha İstanbul ağır bastı sanki. Bu müddet öyle çokça uzun müddet değil ama 3-4 sene en fazla. Sonra gitmek lazım Ege'ye, huzurun kucağına.
Kızımı ayrı sevdim. Misafir olduğunu unutmadı ve her an komutlarımı dinleyerek, beni anlamaya çalışarak, yanımdan hiç ayrılmadı. Bana yaşattığı mutluluğu düşünmeden, düşündükçe ağlamadan edemedim.
Gelelim koca zadeye; güzel insandır o, ara ara sinir eder ama özünde iyi çocuktur :p aslında genelde çocuktur. iyiki takım elbiseli değildir, sırtında çanta ile sokak sokak gezinmek ona iyi gelir, kızını sever ve korur ya bulunmaması lazım gereken yerlerde saatlerce kafesini elinde gezdiriverir. iyiki ruhu vardır, eştir, bencil hiç değildir.yine özverili, yine anlayışlı yine dengedeydi bu bayramda. sabrına öldüğüm.iyiki egosu sıfır, iyiki kindar değil. güzel yürektir o çekirdek ailesi her zaman en üsttedir. yine ağlayasım var mutluluktan o sebepten ötürü bu kısmı burada keselim.
bu arada bahsetmeden edemeyeceğim benim gözümde her geçen gün ulvileşen Anadolu Turizm ikinci hatasını da yaptı ve anında kredilerinin tümünü tüketti.bundan böyle anti Anadolu Turizm. Ah ah oysaki ne çok severdim ben seni. İlk hatayı bayramdan bir buçuk ay öncesinde bilet almaya gittiğimde 25 gün opsiyonlu biletler yüzünden bana satış yapmayarak yaptı. Ve benim memnuniyetimi unutarak 'müşteri memnuniyeti' diye adlandırdı bu durumu. Ardından garajda barındırdığı türü belirsiz cisim bana höykürünce anladımki Anadolu memnuniyeti her büyüyen firma gibi alt sıralara çekivermiş yazık.

p.s: fotoğraf karşıyaka'dan. kalabalığı hoş olmasa da kuş kalabalığını sevdim.

Pazartesi, Ekim 31, 2011

bir klasik

inerken sağdan çıkarken soldan ya hani merdivenlerdeki olay. yani elbette sadece merdiven değil yol akışı da aynı şekilde lakin özellikle yürüyen merdivenlerde illa solda dikilen yanına bir de valizcik iliştiren üstüne üstlük yanından geçmek için müsade istenildiğinde isyanlara giren insan evlatlarına bir alkış.

ama yağma yok bugün en büyük alkışı hak eden vatandaşım sevgili iett çağrı merkezi çalışanı kimliği belirsiz bayan. ilgili şahısı online seyahat kartı başvuru sonucumun tarafıma ulaşmaması üzerine tanıma fırsatım oldu. acaba sorun nedir diye düşünürken tarafıma verilen başvuru numarasını print screen yaptığım word dosyasının bir kenarında çağrı merkezi numarası olduğunu gördüm ve arama gafletinde bulundum.
-merhaba online kart başvurum vardı sonucu hakkında bilgilendirme alamadım referans numaramı versem
-hayır tc numaranız gerekli
-peki öyle olsun. …… tc kimlik numaram
-dekont tarihini hatalı girmişsiniz
-hımm keşke birileri bir mail ataydı
-niye atsınki o referans numarası size girin de kontrol edin diye verildi ki zaten şuan sizin adınıza bunu ben gerçekleştiriyorum
-iyi olduğu haber ettiğin, bu arada ismin ne bilmiyorum ama çok eğlenceli dakikalar yaşattın teşekkür ederim.
aklınızda bulunsun hani olur da iett online servisten seyahat kartı başvurunuz olursa mail gelmezse 3 vakte kadar kimsenin sizi aramasını beklemeyin bir zahmet sisteme giriverin ve mütemadiyen kontrol gerçekleştirin acaba yanlış bir taraf mı var bu girişte diye. iğneyi kendinize çuvaldınızı ise başkasına saklamayı huy edinmeyin. eşşek değilseniz anlarsınız elbet hatalı girişi bilinçli yapıyorsunuz sonuçta düzeltmek de size kalmış.


Cumartesi, Ekim 29, 2011

buyur gel peşimden.

komik insanlarız biz,trajikomik çoğu zaman. iki yüzlülüğü de unutmayalım elbette. polise küfrederiz ardından şehit verir ağlaşıveririz. kürdü istemeyiz ardından deprem olur yaralarını sarıveririz. evimizde tek bir bayrak bulundurmaz ama tüm bayramlarda facebook profilimize koyuveririz. her şehit için konulacak bir siyah kurdeleyi de eksik etmeyiz.

gelelim son zamanların favori repliğine;
"hayvan olmak istiyorsan olabilirsin elbette. bunun için insanlığın acılarına sırt çevirmen ve yalnız kendi postuna özen göstermen yeterlidir."
evet herkesin dilinde! peki nedir insan olmak. facebook iletilerimi, retweetler mi? o kadarki yapılan 'iyi'likleri kendin yapmış kadar kabullenivermek mi? olay malumunuz burada geniş haliyle de yer almakta.

ne akutta onlarca hayat kurtarmış adam, ne sabaha kadar ücretsiz kargo hazırlamak için uğraşan adam ne de bu acıları yaşayan insanların yakınlarının derdi değil bence 'duvar yazıları'. sosyal aleme iş çıktı, işlenecek konu çıktı.
like yapın, post edin, eleştirenin üzerine çarpı koyup anti gruplar açıverin.
hepimiz koyunuz, hepimiz görüntü.

Çarşamba, Ekim 26, 2011

bir geceyarısında ben.

dokunsan ağlayacak kıvamdayım, aklım arkada kalıveren dostluklarda bugün. 'kalıveren', kalmak eylemini çok da istemeyerek öylece düşen avuç içimden elleri. dostlar azdır, genelde yoktur. bırakmamalı o sebeple, olursa kazara kalıveren de tutup geri alabilmeli kaldığı yerden, gel demekten çekinmemeli. nefessiz kaldığın an bir gülüşüyle herşeyi unutturanlar bulduğunda insan, kaybetmekten korkmalı. zor öylelerini bulmak çünkü, yok olabilecek kadar az sayıları hemde.

bir kış varki aklımda şimdi. uzun bir yokuşun sonunda park var;yeşilliklere yakışmayan insan çirkinliklerini barındıran koynunda. tam da o parkın sonunda soldan ilk ara sokağa girince çıkar karşına demetevler metro çıkışı. o çıkışta en acı zamanlarımsa doğalgaz bittiğinde kart doldurmak için saatlerce sırada beklemenin ardından alt tarafı 30 tl doldurmak değildi sadece, ya giderdim ben uzun mesafelere ya da dönerdim tam da o noktadan. ya başlangıçtı ya bitiş. ya baş kaldırış ya da kabul ediş. işte yine aynı durak bu kez bambaşka göründü gözüme. lapa lapa yağan kar artık durmuş, hava enteresan bir şekilde sanki sıcacık olmuş, insanlar yorganlarının altına gömmüştü kafalarını tam da gece yarısına az vakit kalan bu demlerde. bir sarhoş adam ney üfleyen bir genci izlemekte, genç bunun farkında ama bir o kadar önemsememekte. bir sıcak hoşgeldin sevincinin ardından zıplayarak oturduğu yükseltiden hoşbuldum dedi o dost. yine ilginçtirki ben o dostu iki günün ardından yine aynı durakta bir başına bırakarak hayal kırıklıklarıma doğru koşuryordum. üzerimde kırmızı siyah montum elimde kahverengi valizimle.

Salı, Ekim 25, 2011

düşlerim ol götür doğduğum eve


Yolumu aydınlat Bir ışık ol benim için
Düştüğüm yerden çıkar beni
Düşlerim ol al götür doduğum eve
Bak resimlerin duruyormu hala
Düşlerim dağılmış her biri bir yere
oynuyor doğduğum evde
Eskisi gibi her şey hayat devam ediyor
Zımbalı evlerde yine düşler kuruyor
Ellerimi tut biraz tüm sevginle
Düşlerim ol, al götür doğduğum eve
Ne kalır yarına sevgiden başka
Düşlerim ol, al götür doğduğum eve
Büyüdüğüm sokakları anılarla dolu
Biriyle beraber olmak ömür boyu
Herkesin bir sokağı olmalı sadece kendine ait
Herşeyi bulmalı orda bir iz kalmalı
Ellerimi tut biraz tüm sevginle
Düşlerim ol, al götür doğduğum eve
Ne kalır yarına sevgiden başka
Düşlerim ol, al götür doğduğum eve

Cuma, Ekim 21, 2011

my essay about daily life

Life seems so strange to me most of the time. People, problems, difficulties,misunderstandings past away but what about our goals, wishes, feelings? This is the most complicated part I think.
After university, I got married so sudden. Life was waiting for me with its realities. Everthing was so stable most of the time, even people. Going to work, coming back home, cleaning, paying bills, cooking, going out with friends are the most common routine of all our lives. But how often, how far? How often do we tell ourselves ‘I need some changes’?
It is so common in my life to face the same situation of feeling prosaic. I am on my mettle all of this time. If I feel a little depressed I placed something new on my table at work. Such as knickknack, a little fish on a bell jar or cactus. When I have a break, I go to eat with different people out of work. I love talking with street cats and feding street dogs if I really get bored. At the end of the day I go to my hairdresser to look after me to feel special.  But I know all these are not enough to get an extremely enjoyable life.
If I got i silver bullet it would be totaly different from now. First of all, I would clear all sensible thoughts in my mind. Cause I believe when something is quite logical it means it is totaly colourless. I would prefer to roam around with my backpack and stop wherever I like. I would raise all street dogs and cats but choose just one of all to come with me. I would sleep on the sea shore at least four nights of a week with the open sky. I could work for peanuts. Of course I would like to feel in love with someone not within his knowledge. Cause platonic love is the best way to feel happily ever.  
All this is by the way, we all know that it happens just in fairy tales to have a deffinetely wander idly. That is way I can change my daily life just looking at the mirror and telling myself ‘Awake’.

Çarşamba, Ekim 12, 2011

Lanet PAYTUR; muhteşem Yedigöller

Eylül 18; doğumgünü arifesi... Bu kez bir farklılık yapalım ve günü birlik tura gidelim dedik. Demez olsaydık! Günübirlik bir tur için İstanbul'dan Yedigöller'e gitmenin biraz fazla olduğunu anlamak bir yana, bu tercihi Paytur ile perçinleştirmenin de ayrı bir hata olduğunu anlamak için çok da zeki olmaya gerek yoktu aslında. Alışveriş için BİM önünde 45 dakika beklemek mi , yollarda kaybolup ona buna tarif ettirmek mi, yedigöllerde bir başına bırakılıp siz bizi dinlememişsiniz böyle demedik diye 10 kişiye birden bok atmak mı yoksa yemek diye 2 adet ince kesilmiş yüzde 30'u kıyma kalanının ne olduğu belli olmayan sucuk ve bir adet tavuk kemiğinin önünüze sunulması mı daha rezillikti bilemedim. Tek söyleyebileceğim siz siz olun te İstanbul'dan günübirlik gezi diye Yedigöller'i seçmeyin; daha da ötesinde herhangi bir organizasyon için PAYTUR'a asla kendinizi teslim etmeyin.

Bunlar kaybolduğumuz anlarda çekebildiğimiz fotoğraflardan bazıları; günün tek güzelliği doğanın ta kendisiydi.











Pazar, Ekim 02, 2011

güzel hafta,duyarlı kampanya


Migros; bu benim dünyam!

Bir market düşününki her alışverişe gittiğinizde yüzünüzde gülücükler açtırıyor, bir market düşününki her hafta yeni bir süprizle sizi karşılıyor, bir market düşününki dostlarınızı da en az sizin kadar düşünüyor.
Son 3 yıldır iple çektiğimiz Migros kampanyası dün itibariyle başladı. Miniklerimize, büyüklerimize,tüm güzelliklerimize aldığımız ürünlerin sadece yarısını ödüyoruz. Diğer marketler gibi belli ürün sınırlaması da yok! oyuncaktan, kedi kumuna,mamalardan, ödül bisküvelerine herşey var. Hem yine diğer marketler gibi bir alana diğeri bedava da değil, direk yarı fiyatına.

P.S:Colgate ürünlerinde de %40 indirim olduğunu belirtmeden edemeyeceğim :D

Herkese iyi alışverişler!

Cuma, Eylül 30, 2011

Onur ben, çağrı merkezinden...

bugün yine ilginç bir numaradan arandım ve yine tuhaf bir dialog yaşadık,
kankalarıyla görüşürken birden telefonumu açmamı yadırgamış olacakki bir yandan da gülüyordu.

-merhaba ayşe hanım, (40 yıllık dostum edasında)
-merhaba buyrun.
-onur ben.(med bişeyden)
-evet buyrun onur bey.
-(med bişeyden) arıyorum ayşe hanım onur ben (tanımamı bekleyen bir edayla)
-evet anladım onu,buyrun.
-öncelikle sessiz bir yere geçer misiniz?(kıkırkayarak)!
-yahu sordun mu önce müsait miyim diye ne diye sessizliğe davet ediyorsun anlamadım.
-ben bilgi vericem amaa!!!

geçenlerde online eğitimlerin birinde klasik Türk hataları diye birşey vardı. Böyle x firma çalışanı tanıtım yapıcam diye adamı arayıp müsait misin diye sormaksızın lafa girip 15 dk aralıksız konuşuyordu ben de kıkır kıkır gülmüştüm ayy ne komik diye. Lakin yaşarken hiç te komik olmuyormuş onu anladım!
arayan numara bir çağrı merkezi numarasıydı yani belliki bir yatırım var.
o numaraya verilen para, alt numaralara verilen para,database oluşturmak için harcanan çaba, amaçlar hepsini bir personelin kıkırkadayarak beni sessizliğe çağırması çöpe attı vesselam.



Onur arkadaşımızı kutluyorum, çalıştırana yazık diyorum.

Pazar, Eylül 25, 2011

English Time nasıl bir kurs derseniz hemen kaçın derim...

2010 yılının son günlerinde Taksim'de gezerken daha önce pek çok kişi tarafından yapılmış olan reklamlarını da dikkate almam gerektiği belirtilmiş ve ağızdan ağıza dolaşan English Time ile görüşme, tanışma fırsatım oldu. Hayatımın en kara günlerinden biri olmaya hak kazanan bu günde bilgi almak için girdiğimiz şubede bir bayan karşıladı. Bize dünyanın en iyi indirimini yaparak 8000 TL üzerinde belirttiği ücreti 4200 TL'ye kadar çekti. Bunda 4+1 kurs ayrıca online eğitim ayrıca 3D görüntülü MP3 çalar ve hatta istersem eğitimin bir bölümünü yurt dışında konaklama masraflarını ödemek koşulu ile tamamlamak dahi vardı. Tüm bu anlatılanlardan büyülenerek çıktım. Görüştüğüm diğer kurslarla kıyasladığımda oldukça cazip gelen bu fiyat ve kaliteyi alkışlarla hayatıma dahil etmek istiyorum ama ne varki düşünmek de lazımdı.Peki madem düşünelim diyerek oradan ayrıldım. Tam bir hafta telefonum bu hafta son,6 gün sonra son, 5 gün sonra son diyerek kurulu bomba gibi arandı. Hadi gelin denildi. Gittim kredi çektim. Madem öyle kayıt yapayım bari dedim. Ancak daha seviyem belirlenmemişti ve toplamda 6 kurdan oluşan kursun 3. kuruna ancak dahil olabileceğim çünkü kurların çok ince elemelerle geçilebildiği sınavlarında çok zor olduğu söylendi. Kayıt için tekrar gittiğimTaksimde vaktim olmadığı için 4+1 üzerinden konuşulan kur sayısı için 2000 TL ücret ödeyip hafta içi seviyem belirlendikten sonra net bir anlaşma sağlanacağı yönünde karar alarak buradan ayrıldık. Ancak Mecidiyeköy şubesinde eğitime devam etme olasılığım (yol durumu sebebiyle) olduğundan o şubeye de bakmak istedik ve Taksim'den ayrıldık. İşlerimizi halledip akşam üstü Mecidiyeköy'e uğradığımızda 8 kişilik karşılama komitesinden bir kul bize merhaba bile demedi. Herkes bilgisayarlara gömülmüş ve kimse oralı olmamıştı. Kazara göz göze geldiğim bir danışmanın masasına oturdum 15 dk bekledikten sonra asıl yetkili geldi ancak Taksim'in kayıt aldığını(parayı aldığını) öğrenince bozulan bu yetkili bize Taksim'in verdiği taahhütlerin hepsinin yanlışlığından bahsetti, misal gözlüğümüz yok dedi, yurtdışında devam diye birşey yok dedi.Nasıl yani dediğimizde yine aynı kurumun 15 dk mesafedeki çalışanına bok attı. Zaten tavırlarından hiç hoşlanmadığım hatuna madem gözlüğün yok kapıda broşür dağıtan adamların elinde niye hala 4+1 kur alana gözlük bedava yazıyor dedim. Kem küm yaptı. Tavırlarını eleştirdiğimde ise bana 'nasılmış tavrım, gayet iyi' yorumunu da getirmekten eksik kalmadı. Ya sabır çekip oradan ayrıldım geç olduğu için bir gün sonra Taksim ile görüştüm 'ÖZÜR DİLERİZ, TERBİYESİZLİK ETMİŞ'dediler. Sineye çektim, aynı hafta sonu bu kez Bakırköy şubeye seviye tespit sınavına gittim. 'am,is,are' sorularının yer aldığı kağıt ile seviyemi tespit ettiler ve nasıl olduysa 5. kur çıktım. Kayıt için Taksim'de olanları anlatıp 2+1 üzerinden kaydımı tamamlamalarını rica ettim. Biri çaya çıkan danışman ilgilenmeyince, PC'de msn ile konuşan danışmanın yanına gittim. Kendisi bana bilgi verirken yüzüme bile bakmadan PC arkasından sadece TAKSİM'e git, orası halletsin dedi. Peş peşe her soruma aynı yanıtı verince dayanamayıp o msn'i kapat yüzüme bak, sorunumu anla. Kaldıki burdan oraya niye gideyim önünde telefon var, danışmanın adı belli ara kendin sor dedim. 9000 USD ödeyen bir öğrenci ile msn görüşmesi yaptığını söyledi. Sanırım 2100 TL ödeyecek benim alacağım hizmet bu kadar olacaktı. Sonra PC ekranını kapatıp bağırarak sizi yatıştırmak için çay söyleyeyim dedi. Ben de elini kolunu oynatan sen, bağıran sen benim ses tonum bile değişmedi çayı kendine söyle dedim ve ayrıldım.Ertesi gün Taksim'i aradım, 'ÖZÜR DİLERİZ, TERBİYESİZLİK ETMİŞ'dediler. Sineye çektim. Bir hafta sonra Taksim'e gittim kayıt alan danışman yoktu. Bir diğer danışmana durumu özetledim bana Bakırköy şubeye gitmem gerektiği çünkü sınavımın orada olduğu söylendi. Artık sineye çekemediğimden Müdür'ün odasını sordum. İki sayfa dilekçe yazarak durumu anlattım 2+1 olarak sözleşmem düzenlendi ve yine ÖZÜR dilenerek kayıtlarım alındı.
Neyseki tatlıya bağladık dedim. Asıl macera yeni başlıyormuş meğer.4 ay boyunca ABD'den sırt çantasıyla ülkemize gelmiş İstiklal'de takılan iyi niyetli ancak öğretmenlik kelimesinden bir haber bir çocuktan 'ders' aldım. Bu dersin içeriği her gün gidiş geliş 3.5 saatimi alan yolun dışında 4 saatin 2 saatinde boş konuşmaca, yüz yüze bakmaca ve sıkıldım demecelerle geçti. 5. kur denilen sınıfımda ingilizce konuşabilen insan sayısı 3ü geçmiyordu ve hoca tüm bu insanları 90 ile falan geçirdi onlarda ingilizce öğrendik diye mutlu oldu. Hadi bizim hoca eli yüzü düzgündü, tamam ne birşey öğretirdi ne ders işlerdi ne derse hazırlanırdı ama diğer sınıflarda hem gece çekip çekip sabah kir pas içinde derse gelen ve 900 TL bayılmana sebep olan kursa tekrar para vermeni gerektirecek şekilde sınavlardan seni kasti olarak geçirmiyordu. Tabiiki sadece bir kur katlanabildiğim bu kursa devam etmiyorum.Olan benim 4 ayıma, 2100 TL parama oldu. Elimde de sinir küpü olmanın dışında hiçbir şey kalmadı.
not: kurumun bir de şöyle mükemmel bir özelliği vardı, 9 TL alacağı için günde 3 kere sms atar. Kendisi taahhüt olarak verdiği hiçbir sözü yerine getirmese de sizden taahhüt bedelinizi söke söke alır!

Cumartesi, Eylül 24, 2011

öldürün 'O'nu...

Öldürün yoksa ben gidip bulacağım, boynunu tuttuğum gibi duvara dayayacağım.
Hayalimi yaşamana mı daha uyuzum yoksa herşeyden habersiz olmana mı bilmiyorum.
Hayatımda ilk kez bir kıza bunca tuhaf ve komplike duygular besliyorum.
Ama yine de öldürün onu. İçindeki umudun bir gün gerçek olmasından en az onun kadar korkuyorum.

MFÖ - Hep Yaşın 19




Eksilirse ağlayanlar çevremizden
Ya gerçeği söyleriz ya da nasıl istersen
Ne güzel şeysin sen hep yaşın 19
Gel yanıma sar beni bugün var yarın yokuz
Ne güzel şeysin sen hep yaşın 19
Gel yanıma sar beni bugün var yarın yokuz
Hadi bana sor
Sevmek bu kadar mı zor
Senden başka yok bildiğim yol
Hadi bana sor www.yenisarkisozu.net
Gezginci ruhumuz bir gün biterse
Korkmadan deriz gururluyuz
Eksilirse ağlayanlar çevremizden
Ya gerçeği söyleriz ya da nasıl istersen
Ne güzel şeysin sen hep yaşın 19
Gel yanıma sar beni bugün var yarın yokuz
Ne güzel şeysin sen hep yaşın 19
Gel yanıma sar beni bugün var yarın yokuz
Ne güzel şeysin sen hep yaşın 19
Gel yanıma sar beni bugün var yarın yokuz
Ne güzel şeysin sen

Not: bugün kursa giderken radyodaydı, pek mutlu etti beni.ne büyük sanırdım kendimi 19 iken, şimdi oldum 27 oysa ufacık hissediyorum kendimi koca evrende.

Çarşamba, Eylül 21, 2011

Beyoğlu Rapsodisi - Ahmet Ümit

Ümm'ün beğenisi kazanan Ahmet Ümit'e bir de ben göz atayım diyerek aldım Beyoğlu Rapsodisi'ni elime...                                                                       
Ne yalan söyleyeyim sayfalar ilerledi ilermesine ya ilerledikçe böyle canım sıkılmış da TV'de de birşey yok diye açılmış bir dizi gibi gitti öylece. Yani o akıp gidiyordu bende sesimi çıkarmıyordum. Ne çok hoşuma gitmişliği vardı ne de beni sinir ettiği. Arada bir tarihe ve mimariye duyulan sempatinin detaylı detaylı verilmesini her iki konuya da meyilli olmayan beni sıktı evet ama onlara da pek aldırış etmedim. Katya denilen hatuna, sonra Fransa'daki ortağının Camille mi neydi adı sevgilisine her an abayı yakmak üzereymiş gibi olan Selim'in ancak akşamdan akşama birkaç saat yüzünü gördüğü karısını da enayi yerine koyduğu belliydi lakin kendisi bu durumu öyle aktarmıyordu. Niyeyse her zorda kaldığında hatunun ses çıkarmamaları sonucu 'canım karıcım, ah bebeğim'moduna girerken; Katya'nın sesinin yüksek çıktığı dialoglarda da 'işte tanrı kadını yarattı' edasıyla kendisine hayran oluyordu. Tipik Türk erkeği idi yani Selim. Dışardakini evde istemez, evdekini ancak zor zamanlarda sığınılacak liman olarak görür. Kenan'a gelince, onca malı mülkü eğitimi olan bir insana göre oldukça mala bağlamış bir hayatı vardıki yine bu mallığa bağlama olayında pisipisine öldü gitti zavallı. Nihat kimdir derseniz, laf olsun diye araya sokulmuş ezik bir karakter. Kıssadan hisse dostlar 390 sayfa laga luga okuduktan sonra 18 sayfada (hatta belki daha az) kimsenin aklının ucundan geçmeyecek (aptal olduğumuzdan değil yanlış anlaşılmasın, yazarımızın bizimle hiçbir ipucu paylaşmamasından ötürüdür bu) bir son ile olayı bağlamak yaratıcılık değildir kanımca, polisiye hiç değildir.Bu olsa olsa 390 sayfayı hepimize kakalamaktır. Sana sıcak bir yaz gününde vakit öldürmek için belki okunabileceğinden 10 üzerinden 2 veriyorum Beyoğlu Rapsodisi.

Perşembe, Eylül 15, 2011

günden başlıklar

an itibariyle anladımki en uyuz olduğum kadın tiplerinden biri de 'mıy' 'mıy' 'mıy' şeklinde kendisinin dahi duyamayacağı ses tonuyla; bir o kadar sakin de görünerekten bir konu anlatan ve hiç bitmek bilmeyen cümlelerine cevap verilmesini beklemeksizin devam ederken çözüm isteyenler.

bu arada insanları kategorileyerek misal bu polis lazım olur iyi davranmalı irtibatı koparmamalı, bu doktor lazım olur çıtkırıldım olmalı cazibe kullanılmalı şeklinde hareket eden hatunlara da ayrı bir bakış açım söz konusu. bu hatunlar 'flörtöz' yapılarının altında yatan kimliksizlikleriyle karşıma dikildiğinde ise sağlı sollu girişecek gücüm olmasını nasıl da arzu ederdim!

Çarşamba, Eylül 14, 2011

duyma işlevi olan uzvun hangi bölgende?


-bu son faturanız artık başka fatura gelmeyecek ve ödemesini bir alt katta vezneye yapabilirsiniz.
-peki bir sorum daha olacak?
-elbette buyrun?
-ben bir sonraki ay tekrar fatura ödeyecek miyim?

Cumartesi, Eylül 10, 2011

yarım kalan



tatsız tuzsuz bir hafta sonu daha tarihte yerini almak üzere. pek birşey yapasım yok diyesim var ama sanırım hiçbir şey yapasım yok. aslında tam da şu sıralardan benim eski komşum,annemin ise hala komşusu olan nazmiye teyzenin oğlu evleniyor. yemekli bir davet vardı ama ben yine kaçtım. gelirim dediysem de gitmedim. bu sıralar hep böyle zaten, ne bir yerlere gidesim var ne de birileriyle konuşma isteğim.
varsa yoksa evim, evimde televizyonum,bazen bilgisayar(burda iyelik eki yok çünkü bilgisayar benim değil)
işte nazmiye teyzenin oğlu da evleniyor. küçük aslında, eş adayı da öyle. ama son birkaç senedir herkes bunu tercih ediyor (o herkese ben de dahilim) aslında şimdi uzaktan bakınca saçma geliyor. evlilik iyi hoş birşey de biraz da ertelemek iyi olabiliyor.insan daha çok tanıyor kendisini böylelikle, ne istediğini daha iyi biliyor. erkenden dört duvara tıkılmış iki insan zamanla sıkıntıdan birbirini yiyebiliyor çünkü. çocuk olsa ona da bakamayacağız korkusu var bir de tabii önce hayatı yaşayalım bencilliği. ondan bu durumda ertelenince hayatta yaşanılası pek birşey kalmıyor. canım sıkılıyor.
gittiğim yerler, oturduğum masalar bana haz vermiyor. mekanlar hep yalan dolu sanki.insanlara olmayan inancım beni her geçen gün daha da mutsuz ediyor. bunu düşünerek ya da bilinçli yaptığım yok aslında ama ruhum öyle diyor. kiminle görüşsem hayatından, planlarından bahsediyor. ben sıkıntılarımı anlatıyorum.ortak çok birşey paylaşılmıyor. artık toplu piknikler yok çünkü kimseyi herhangi bir etkinliğe davet edecek kadar değerli görmüyorum. herkes beni hayal kırıklığına uğratıyor. gözümde büyüttüklerimin yalanlarında gördükçe,riyakarlıklarını duydukça daralıyorum, nefesim kesiliyor. insanın kusurlu bir varlık olduğunu biliyorum.biliyorum da yine de bana yapılan yanlışları kabullenemiyorum. hem kabullenemeyip hem de unutamayınca iyice boğuluyorum.
birine iyi kızdır diyorum yarın kaltağın teki olduğunu öğreniyorum.öbürüne namazında niyazında diyorum en çok o yiyor insan hakkını.diğeri saftır diyorum,ilk bana atıyor tekmesini anı yakalığı an. ama yine de en çok kadın peşindeki erkeği ya da erkek peşindeki kadını sevmiyorum.çünkü nedense mal gibi arabulucu hep ben oluyorum. onun sıkıntısını öbürüne belli etmeyeyim, bunun şusunu ona söylemeyeyim derken yiyip bitiriyorum kendimi iyilerse aranıp sorulmuyor, ilk problemde ortak oluyorsun. artık aynı hikayelerden öyle sıkıldımki!
facebook denilen illeti kapattım. iki aya yaklaşıyor. ona öyle uyuz oluyorumki! insanların ilginçliklerine çok net tanık olabildiğim bu 'sanal' alemin artık hayatlarımızda olmamasını çok isterdim. büyüğünden küçüğüne herkes orda can buluyor,sanki onunla nefes alıyor. herkes 'yalancı' hayatlarını paylaşırken birbirine laf sokuyor,anlamlı(!)sandığı cümleleri ben durumuma copy paste edeyim de artık kim üstüne alınırsa moduna giriyor. ilişki durumları değişiyor, okul bilgilerinden sonra iş bilgileri güncelleniyor,lisansa,yüksek lisans ekleniyor...derken hayat bitiyor. her gün ömürden yeniyor. doğum günleri kutlanıyor, baş sağlığı dileniyor.insanların ne kimsenin sesine tahammülü var ne görüntüsüne sanki. herkes telefon mesajını bile bıraktı artık 'duvara' yazı yazıyor. tüm bu herkeslere ve kimselere dahil olmadığımı iddia etmeyeceğim zaman zaman. ama artık olmak istemediğim kesin. miniklerim gitmeden bu dünyadan bana gerçek sevgiyi ölürken yattıkları göğsümde çok daha iyi öğretti. gerçek dostluğu, arkadaşlığı da.onların sayesinde daha iyi anladımki bir varmışız bir yokmuşuz. bu masalda gerçek olansa klavyede olan değil, yürekte hissedilen sevgiymiş.




 p.s: yanda yer alan fotoğraftaki mutluluğu bir daha yaşayabilmek için nelerimi vermezdim. meleklerim sizi çok özledim.


yalnız değil de tek başına olmak

Eylül ayı... okulun başladığı, ayşe'nin doğduğu,yeni umudun olduğu baharın sonu olmasına rağmen bu sonun hep süpriz oyunlara gebe olduğu ay. Ömrümün hiçbir evresinde hiç bu kadar yavan olmamıştın şimdi olduğu kadar. artık ne o süprizlerin,ne sonların, ne de başlangıçların var bana armağan. varsa yoksa rutin, varsa yoksa sorumluluklar. evet sen de haklısın bu yıl son 3 yıldan farklı olarak bir okul başlangıcı hediye etmedin değil bana. ama işin aslı ben ne okuldan ne de bu başlangıçtan haz ediyor değilim. mahalle baskası mı desek, tabiatın son yıllarda aldığı kural mı bilmem şimdi adam olmak için bir de lisansın yüksek olanı makbul.
sanki lisansta bir halta yaradık şimdi bir de yüksek mertebeye erişeceğiz. aynı lagalugalar aynı vesveseler. hem bunun parası da çok haaa, öyle böyle değil!
neden mi, malum iş var artık. başıboş saatlere yer yok. bu nedenle efendim geceleri okuyacağımdır. bu da bir buçuk yıl da tamı tamına on buçuk milyar demektir.yani bir buçuk yılımda hafta içi ev-iş-okul-ev-iş-okul-ev üçgeninin içinde, hafta sonu ise hafta içi uyuklarken öğrenemediklerimi temize çekmek, anlamaya çalışmak,hafta içi kendime ayıramadığım zamanı ararken tekrar pazartesiye bağlanmak demektir. yani sosyal hayat yok demektir, yorgunluk, acı, iş stresine katılan final kaygısı demektir. yani zulümdür. başka da bir tanımı yoktur.
oturup onca sene çalışmışsındır ama pazarlama denilen bölümcükte yer alan suratsız karı koca para tuzağına onbin beşyüz bayacaksındır. haydi kızlar okula madem. hakkımızda hayırlısı.
peki ya 2003... hani ilk lisans mutluluğunun yaşandığı yıl. böyle kaygılardan bir haber uçarak mı, kara yoluyla mı gittiğini kestiremediğin ankara yolu.
karanlıktı o şehir evet. hem de hayallerime inat öyle griydiki gökyüzü hep umutsuzluk hep mutsuzluk çökerdi yağmurlu akşam üstleri. yine de zıtlıkların kıyasıya yarıştığı bu şehir bir o kadar çekici gelirdi. oraya gitmek evden kaçmak demekti çünkü. evden kaçmak özgürlüktü.
bugün tavada kızarmaya bıraktığım soğanları 3 dakika unutmaya çalışıp pc başında ders kayıtlarına bakmaya çalıştığımda annemin 'yandı bunlar' diyerekten aciliyetle yanında olmamı istemesinde birşey yoktu evet ama ben yine de sesteki o tınıya takaraktan sevmezdim bunları, sevmem de hiçbir zaman. ben öylesine ve dahi ölesiye boğulurumki kendi yarattığım sorumluluk projelerimde ve en kıçı kırık ayrıntıyı öyle büyütürümki gözlerimde işte hal böyleyken birinin kalkıp ta bana bir halt buyurması bardağı taşırır da taşırır. beni bilmesini isterim çünkü, uyarmasa da yapacağımı zaten onun düşüncesi olmadan benim o işi baştan sona tasarladığımı görmesini isterim. bu yanımı benimle geceli gündüzlü çokça vakit geçirenler kavrar ancak. gözlemlerler uzun uzun ve anlarlarki lafa,söze tahammülsüzlüğüm işte tam da bu yüzden. kendimi gereksiz yere en ince detayına kadar bilmem yüzünden. her haltı mutlaka görmem yüzünden.hem sorumluluğu bileklerime kelepçelemek zorundaymışım gibi hissetmem yüzünden. ve bilirlerki ben bunca savaşı kendimle vermeye çabalarken onlar için bana buyurdukları o küçük detay öldürür beni, boğar ve yıkar. sonumu hazırlar.
bugün yine her gece olduğu gibi bunları yazmak için oturmamıştım buraya ama yine de klavyem tümceleri bu yönde sürüklemek istemişse ben onun suçlusuyum bilmekte yarar var.
kal sağlıcakla blog...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...